Utku Varlık: ''Resim satılmayan günlerdeki o eski saflığımızı özlüyorum''

Utku Varlık: ''Resim satılmayan günlerdeki o eski saflığımızı özlüyorum''

Utku Varlık uzun yıllar çalışmalarını devam ettirdiği Paris’ten, Fragmanlar isimli sergisi için İstanbul’a geldi. ''Bir resim hiçbir zaman bitmez'' diyen Varlık’ın bu son sergisi sanatçının daha önce hiçbir yerde görülmemiş, atölyesinde rulolara gizlenmiş, başlanmış fakat bitmemiş çalışmalarından yola çıkıyor. Farklı kurgulara ait eskizlere yeniden bakarak kendi sanatını ve günümüzde resmin geldiği noktayı sorgulayan Utku Varlık, zaman ve mekanla olan hesaplaşmasında bir sonuca ulaşamamanın kaygılarını yansıtıyor.          
            
Eylül ayında yeni sanat sezonuyla birlikte açılan sergiler, fuarlar, etkinliklerde birçok sanatçı, küratör, galerici ile konuşma fırsatı buldum ve genel olarak herkesin zihninde benzer meraklar, endişeler, umutlar ve korkular olduğunu gördüm. Dışardan bakan bir göz olarak Utku Varlık’ı bulmuşken sormak istediklerimi sordum. Sivri dili ve keskin zekasıyla hepimize dokunan şeyler söyledi, sanatın geleceğine dair aklımızda biriken soru işaretlerine verilen sansürsüz cevaplar gibi.

 

Röportaj: Hazal Gençay Sungur

 

1- Önce sizin öğrencilik yıllarınızı ele alalım. Hocalarınız Sabri Berkel, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Adnan Çoker’den Akademi döneminde neler aldınız ya da neler almadığınız için kendinizi şanslı hissediyorsunuz?
Bu yılları değişik dönemlerde anlattım ve yargıladım; zaman aşımı nedeniyle konuyu herkes başka açıdan belki daha radikal bir konuma getiriyor. 60’lı yıllar benim için siyah-beyaz iyi bir filmin tadı gibi ama bu geri dönüşlere bugün geldiğimiz yerden bakıyoruz, iletişim adına farklı bir boyuta girdik. Güzel Sanatlar Akademisi bizim 24 saat yaşadığımız biyosferimizdi. Hiçbir hiyerarşi olmadığı için hoca-öğrenci ilişkisi de o denli sahiciydi. Bugünkü gibi yatağını değiştirmemiş sanat; resim ve heykelde odaklanıyordu ve Batıya dönüktü. İlk yıl 'galeri' dediğimiz desen atölyesinde Adnan Çoker’le çalıştık, Fransa’dan yeni gelmişti. Bagajında batıda yaşamanın tüm avantajlarını getirmişti; resim ve desen kadar sinema ve müzik de konumuza giriyordu, beni yönlendirmede çok katkısı oldu. Çok ilginç, iyi bir desen hocasıydı ama bugüne kadar hiçbir desenini görmedim. İkinci yıl pentür atölyesini seçtim. O yıl Bedri Rahmi Eyüboğlu bursla Amerika’ya gittiği için atölye Neşet Günal’a verildi. Kendi resminin içeriğinde, desenin boyanmış halini, gerçekçi bir resmin öğretisini aldık ondan. Bedri Rahmi döndüğünde ise değişmişti; tüm kendi varoluşunun dışında Amerikan resminin damıtımından geçmişti. Rothko’nun resmine vurulmuş, resim öğretisi de giderek iki rengin albenisine indirgenmişti. Herzaman dediğim gibi resim bir öğreti olamaz, resim; bir tutkunun etki adına bir yönlendirmesiyle oluşur. Atölyede sizden yıl olarak daha olgun başka bir öğrenciye bakmak, öğreti adına hocanın eleştirisinden daha etkindir. Resimde ruh çözümlemesiyse daha sonra gelir örneğin atölyede şiir konuşulduğunda bu durum resmin önemli bir fenomeninin oluşumunu da yönlendirir. İşte bu nedenle ben Bedri Rahmi’den resimden daha çok ressamlığı öğrendim. Sabri Berkel kendi doğrultusunda dışa kapalı, titiz ve düzenli, özgün baskı atölyesinde olması gereken ortamı gerçekleştirmiş ilginç bir hocaydı. Paris’te konu olarak litografiyi seçtiğimde, beni öğretim üyesi olarak atölyesine beklediğini yazdı. Ben gelmeden emekli olmayacaktı. Ülkenin tekrar içine düştüğü politik sarsıntı sonucu dönmeyeceğimi yazdığımda bana verdiği yanıtı hiç unutmam; ''Ben de senin yerinde olsaydım, dönmezdim.'' Bizi alıp götüren bir yazgıya inanmaktan başka ne yapabiliriz ki. Sonuç olarak bir yaşantıyı sorgulamak çok güç; kendi kendimi geçtim demek, sınırsız bir deneysellik sonucu tüm mekanlarda, merakın bizi yönlendirdiği sularda yüzmek… Ama nereye kadar?

 

2- Peki Mehmet Güleryüz, Komet, Burhan Uygur, Alaaddin Aksoy gibi isimlerin yer aldığı kendi kuşağınız içinde yerinizi nasıl ayrıştırıyorsunuz?
Evet 60’lı yıllar bir 'repair' (onarım) noktası oluşturuyor ve bu saydığınız isimlerle Akademi ve sonrası çok uzun yıllar birlikte olduk. Zaman süreci kendi envanterini yaptığında ne yazık ki bir yerde kendinizi yalnız buluyorsunuz. İnsan ilişkilerinden söz ediyorum. Eğer dostluklar sığlaşmışsa, düşte olduğu gibi kişiler gidiyor. Geriye kalan peyzaj da net değil. Bellekte de sığlaşan başka bir fenomen, güzel şeyleri anımsamak… Evet o da başını aldı gitti, anımsamak için de hiçbir gerekçe yok aslında. Resmin bir meta olmadığı dönemlerde ressam dostlukları da başka türlüydü; herkes birbirini kollar, paylaşır, yüreklendirir yani aynı sokaktaydık iyi kötü! Kişiliklerin su yüzeyine çıkışı, 80’lere doğru ekonominin açılımı, galeriler, bitmez tükenmez sergilerle paranın yüzü gözüktü; koleksiyonerler, müzeler vesaire oluştuğunda yavaş yavaş asıl kişilikler de ortamlarını buldular, maskeler takmaya, kendilerinde bir dehayı keşfetmenin coşkusuyla usta ressam kimliğini benimsediler. Bu dönüşüm de başka bir düzenin eksenine girenlerin tiyatrosu oldu, söz ettiğim bu kuşak. Beklemediği suni bir zenginliğin dışavuruşu; bazıları, bipolar olanlar örneğin, sanki geçmişlerini arındırmak isteğiyle başkalarına anılarını dikte ederek kitaplar yayınlattılar, eski dostlukları tersyüz etmek, alabildiğine eleştirmek adına. Ne bileyim 50. yıl jübilesi yapanlar, 4x4 arabalarla dolaşanlar, akıl verenler, mezatların başrol oyuncuları, asistanlarıyla resim yapanlar falan. Faulkner’in dediği gibi ''iyilik buraları çoktan terk etti''.

 

3- Çok uzun zamandır Paris’tesiniz. Uzaklardan Türkiye’ye baktığınızda 40 yıl ya da 20 yıl öncesiyle bugünün sanat piyasasını/ortamını nasıl değerlendirirsiniz?     
Türkiye bir ülke olarak hiçbir ülkeye benzemez. Bilmiyorum nasıl olur da sürekli bir paradoksu yaşar. Ekonomik olarak dibe vurduğu yılları açıkça unuttuk, alışveriş merkezlerine en lüks arabalarıyla gidenler falan. Dedim ya sanat bir meta ve parasal çekim yörüngesinin albenisi. Koleksiyon ve müzeciliğe kaymış durumda ve de hiçbir yerde görülemeyecek bir abartma yaşanıyor. Oysa sanat bir 'gece müziği' duyarlığında nasıl meta olur? Nasıl yargılıyoruz? Neyi daha doğrusu! Paris’te de elbette sanat satılık, örneğin dün aldığım La Gazette Drouot'da derginin hemen hemen tümü antika müzayede, resme gelince çağdaş çok az. Bizde başka bir şenlik; her ay on müzayede ve aynı elli ressam, bu bir intihardır, sanatın gizemini ve amacını saptırmaktır. Ben resim satılmayan günlerdeki o eski saflığımızı özlüyorum, yalnız resmi düşünen, özgün ve tekil.

 

4- Küresel ölçekte sanat piyasasının gidişatını nasıl buluyorsunuz?

Bu konuya blog yazılarımda sürekli değiniyorum çünkü absürt, anlamsız. Artık para gövde gösterisi daha doğrusu bir manüpilasyon. ''Contemporary'' büyük bir sirk. Örneğin Charles Saatchi kurguluyor, kendi sanatçısı Tracey Emin’in yatağını trilyoner François Pinot’ya milyon dolara satıyor, o da Venedik’deki Fondation’nında sergiliyor. Bunu duyan, gören ve paralarını ne yapacağını şaşıran bir takım ülkeler, müzeler, koleksiyonerler ki, sayıları inanılmaz derece fazla, her yerde bu hanımın üzerinde seks yaptığı tüm eşyayı almak için sıraya giriyor. Geçenlerde ölen Fransız film yönetmeni ve prodüktör Claude Berri, son yıllarında çağdaş sanata soyunmuş, bir koleksiyoner aynı zamanda galerist olarak da epey ün yapmıştı. Kitabı ''Autoportrait''te Ad Reinhard'ın bir tablosunu almak için neler yaptığını yazmıştı; diğer bir ünlü galerist dostu Leo Castelli’nin yönlendirmesiyle ödediği para 90’lı yıllarda 300 bin dolar, beyaz monokrom bir resim için... Bu tuvalin öyküsü yazılmaya değer tabii! (Gülüyor). Ressamın eşi Rita daha önce Rothko ile evliymiş, bu da çok ilginç. Hiçbir ön yargı olmadan söyleyeyim, yıllar önce Bilbao-Gugenhaim’da, Rainhard’ın 15 monokrom siyah tablosunu görmüştüm, içimden sanatçıyı kutlamıştım sonunda bunu bize yedirdiği ve beni Bilbao’ya kadar götürdüğü için! Dıştan görülemeyecek kadar kompleks çok önemli bir sorun da çağdaş sanat adına olan obje birikimi, açıklıyayım; Fransa, çağdaş sanatçılarını korumak için her yıl belli bir miktarda sanat eseri satın alır, bu komisyonlar günün önemli sanatçılarının eserlerini daha sonra Fransa’nın önemli çağdaş sanat müzelerinde sergilemek ve onları müzenin koleksiyonuna koymak adına yapılır. Geçenlerde okuduğum bir haberde depolarda yıllardır biriken binlerce obje, video, gereksiz malzeme, tuval giderek çürümeye ve yok olmaya başlamış. Sorun herşey için geçerli, sanat amacını yitirip yatağını değiştirip efemer bir tüketim olduğu sürece bu 'accumulation' (yığın) bir çözümsüzlük olacaktır.

 

 

5- Sizce sanatta kural var mıdır. Varsa nelerdir ve kuralları kim koyar?  
Bir dışavuruş nasıl kural olabilir, bana göre ama. Alınıp satılıp yargılanıyorsa o zaman bir kuraldır ve onu değerlendirip satacak önemli bir sınıf vardır. Bir zamanlar sanat ve sanatçı olmak bir ayrıcalıktı. Yaratıcı boyutu koruyabilmesi onun varoluşunu değerlendirirdi ama unutmayalım bu tinsel atmosfer insana dairdi, ona yaklaşım da bir morale özgüydü. Öteki sanatlarda kural, örneğin sinemada; görsel, kamera, oyun, senaryo, anlatım ve süre. Romanda, yazı dil; şiirde ise giderek sözcüklerin okyanusunda amaç şaşırtmak. İşte yaratı bu; belleğe odaklanmak. Çünkü amaç anlatım, burada défoulment (boğuşmak) yok. Sanal bellek sizi sanatın gerektirdiği bir başka boyuta sokuyor. Plastik sanatlara gelince bir orta oyunuyla karşılaşıyoruz. Başlangıçta can sıkıntısıyla yapılan, dalga geçilen yüzeye çıkıp kavramsal olarak kendine önemli bir yer açmak. Modernlik fenomeninin tüm kapıları açtığı sürece amacın ne olduğunu daha çözmüş değiliz. Her şey sanat olabilir, herkes de sanatçı. Sanat okulları çoğaldı ama desen, boya tekniği öğretilmiyor. Bienallerin öncülüğünde sizi yönlendirmek ayrıca postmodern imgelilik gibi tavırlar tekniği de önemsemiyor. Sanatı kurallaştıran, yöneten, kabul ettiren dünya sanat pazarında bir Picasso 350 milyon dolara ulaşmışsa, düşünün bir Vermeer’in ederi ne olabilir. Jeff Koons’un pırıldayan Caniche balonu (47 milyon dolar) bir pentürle aynı müzeye girmişse demek ki kurallar da tarihe karıştı!

 

6- İdealleriniz için Paris’e yerleştiniz ama Paris’in yıldızı zaman içinde söndü. Hiç başka bir metropole örneğin NYC ya da Londra’ya yerleşseydim acaba daha farklı olurdu diye düşündüğünüz oldu mu?
Garip bir şekilde kadere ve telepatiye inanırım, insanı götüren bir güç, bir sinerji var. Beni buraya getiren varoluşumdaki tutku ve merak hiç değişmedi, Paris geldiğim yıllardaki kadar gizemli, ilgi alanlarımın bir labirenti gibi. Dünya hızla değişiyor, insan geçirdiği tüm savaşları, yıkıntıları hızla unuttu. Kaderden söz ettim ya sanki Türkiye’nin kaderi, özlediğimiz ''yaz denizi'' hiçbir zaman gelmeyecek. Fransa’ya gelince aynı senaryoyu yaşıyoruz. Politikanın sığlaştırdığı ya da zamanın tükettiği kültür başını alıp gitmişse, sonuna dek bir kültür emperyalizmi olamaz, el değiştirir. Araplara bile contemporary’yi yedirir, bu ekonominin gücüyle orantılı. O sevdiğimiz İtalya nerelerde? Sinemasıyla birlikte edebiyatı da tarihe karıştı. Hiçbir zaman günün moda akımlarına bulaşmadığım için bir başka yerde olmak gibi beni dümen sularında götürecek durum söz konusu değil. Bugün her yerdeyiz ve de hiçbir yerde. Borges’in dediği gibi ''zamanın ne içindeyim ne dışında''.

 

7- Peki gerçek dünyanın bu sıkıcı detaylarından düş dünyanıza dalmayı nasıl başarıyorsunuz, yöntemleriniz neler?               
Varoluşumun özeti; ilgi alanları ve merak. Bilgisayar çıkalı insanları şaşırtmak çok güç, imge başını aldı gidiyor, absürt, olağan, irreel, sürreel… Elinizin altında ama okumuyor insan, zaman ters düşmeye başladı, kitaplar birikiyor, bir bilgi okyanusunda boğulmak üzereyim. Tam herşey bitti derken bir film, unuttuğunuz bir müzik, bellekteki bir şiir, doğa veya bir akşam ışığı size dokunduğunda yeni bir şey doğuyor. Bunları algılamanın yöntemi yok, kendiliğinden akan bir su.

 


 

 

Etiketler: Magnet, Utku Varlık, Radikal Gazetesi
Aralık 01, 2020
Listeye dön
cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR