Ahmet Merey: Dağ İnsanı Çağırır

Ahmet Merey: Dağ İnsanı Çağırır

22 Nisan 2010'da Akademililer Sanat Merkezi'nde Dağın Zirvesinde ismini taşıyan ve ilk kişisel sergisini açan Ahmey Merey'le; dağcılığı, ressamlığı ve koleksiyonerliği üzerine sohbet ettik

 

Röportaj: Hazal Gençay Sungur

 

1- Bize resme, dağcılığa ve koleksiyonerliğe nasıl başladığınızdan ve resimlerinizden bahseder misiniz?
Resim seven ve toplayan bir ailenin dördüncü nesliyim. Çocukluğumdan beri aile fertlerinin evlerinde tablolar asılıydı. Hep bunları seyrederek büyüdüm. Bu tablolara bakar dalar giderdim. Beni çok etkilerlerdi. Ayrıca evde bulunan sanat kitaplarına da bayılırdım. On altı yaşımda ilk defa Floransa’ya gidip o tabloların orijinallerini görünce çok heyecan duymuştum. Zaman içinde ben de tablo toplamaya başladım. Hatta evlenirken, eve eşya alırken ilk işimiz bir tane tablo almak olmuştu. Sevgili Mehmet Pesen’in bir tablosunu on bin liraya almıştık. Buzdolabını ise yirmi bin liraya. Türk resminin nereden nereye geldiğinin de bir göstergesidir bu.

 

Tahsilim fen ağırlıklı okullarda geçti. Robert Lisesi’ni bitirdim. O zamanlar bizlerden beklenen; üniversite tahsili yapıp bir meslek edinmek, askerliği yapıp işe başlamak ve evlenmekti. Zaten okuyacak sadece birkaç dalın bulunduğuna inanılırdı. Mühendislik, tıp ve hukuk. Hiçbirini istemedim, ama sanat okumak da aklıma bile gelmedi. Çünkü sanata yatkınlığıma rağmen ailem beni o yönde desteklememişti ki, dediğim gibi sanatı seven bir aileydi. O zamanlar tam olarak ne olduğu toplum tarafından pek de bilinmeyen işletme tahsili yapayım bari dedim. Boğaziçi Üniversitesi’ne girdim ve İşletme Bölümü'nden mezun oldum. Yetmiyormuş gibi bir de ABD’de İşletme Master’ı yaptım. Tahsilini sevmediğim gibi iş hayatının kendisini de hiçbir zaman sevemedim, ama şartlar beni oraya itti. Netice olarak hiçbir şekilde herhangi bir sanat eğitimi almadım.

 

Dağcılığa ise annemle başladım. Annem, 1933 - 1942 yılları arasında Münih’te okumuş biyokimyacı bir doktordu. Dağları o zamanlarda sevmişti ve ben sekiz yaşıma geldiğimde beni ilk defa Uludağ’a götürdü. Böylece dağcılığa ve kayak kaymaya ilk adımımı atmış oldum. O zamanlarda Türkiye’nin dağlarında genç bir hanımla bir çocuğun dolaşması çok olağan bir şey değildi. Zaten ekipman ve şartlar da buna müsait değildi. Uludağ’a ve Abant’a gider, etraftaki yaylalara çıkardık. Kayak kaymaya da tahta kayaklar üzerinde başladım. O zamandan beri dağlara olan ilgim devam etti. Yaşantım boyunca şartlar gereği bu faaliyetlerime zaman zaman ara verdiysem de son on beş yıldır bu işe daha fazla sarılmaya başladım. Artık dünyanın her yerindeki dağlar çıkmak için iyi organize edilmiş yerlerdir. Dağ koşullarına uygun olan çok kaliteli ekipman ve giysi mevcuttur. Yaşım icabı artık çok yükseklere tırmanmamakla beraber yüksek irtifa yürüyüşleri ve çok zor olmayan buzul tırmanışları da yapmaktayım.

 

Resme ressam dostlarımın teşvikiyle on yıl önce başladım. Hocam, o zaman asistan olan MSGSÜ'den ressam Yardımcı Doçent Mustafa Müftüoğlu idi. Zaten kendisiyle halen aynı atölyeyi paylaşmaktayız. Bundan iki yıl önce Akademililer Sanat Galerisi'nin sahibi dostum ressam Resul Aytemür bana bir sergi açmak istedi. Sergi açacak seviyede resim yaptığıma beni inandırdı. Bana çok yardımcı oldu ve bu sergiyi açtım. Doğal olarak da konusu dağlar oldu.

 

 

2- Serginizdeki resimlerinizi gördüğümüzde gözümüze çarpan ilk özellikleri, resimlerin boyutları ve renkçi anlatımınız oluyor. Bu iki belirgin özelliğin altında yatan amaç nedir?            
Dağlar çocukluğumdan beri beni çok etkilemişti. “Dağ insanı çağırır”. Devamlı ona gitmek istersiniz. Bu bir sevgidir. Elli yıldır haşır neşir olduğum dağları aklımda kaldığı şekilleriyle resmetmek istedim. Bu zaman zaman figüratif, zaman zaman da daha soyut bir biçimde ortaya çıktı. Fotoğraftan yararlanmadım. Desen çizmedim. Dağlara karşı duyduğum hislerimi aktardım tuvallere. Renk, çok sevdiğim bir şeydir. Dağların illa kendi renklerinde resimlenmesi gerekmez. İçten gelen bir çoşkuyla sürülmüş renklerdir. Teknik olarak bu tablolar spatula ile yaptım. Büyük tuvali kontrol etmek zordur derler. Bense büyük tuvallerde duygularımı daha iyi yansıttığımı düşünüyorum.

 

3- Resimlerinizde sadece görkemli bir şekilde betimlenmiş olan dağları görüyoruz. Fakat onlar üzerinde sizin gibi dağcı figürlerini göremiyoruz.
O dağlara ben çıkıyorum tablolarımda. Kendi duyduklarım ve hissettiklerimle beraber. Başka insanlar yok; bizler varız ve hep beraber onları aşmaya çalışıyoruz. Zaten dağ sizi içine çeker. Çıkmak, çıkmak istersiniz. Ona erişmek, onu kucaklamak istersiniz. Ama bunu ancak o isterse yapabilirsiniz. Bazen size çok nazik davranır, bazen de sizi istemez geri iter. Bu çıkışlar ayrıca bir meditasyondur. Kendi kendinize kalırsınız, kendinizi anlamaya çalışırsınız. Kafanızda sanatınızla ve yaşamınızla ilgili geçmişi yargılarsınız; geleceğe dönük planlar yaparsınız. O dağın karşısında ''ben buna nasıl çıkacağım'' korkusuna kapılırsınız. Ama ilerledikçe içine girmeye başlayınca mutluluğunuz artar. Resim de böyledir. O koca tuvalin karşısına geçince, ''ben ne yapacağım'' korkusuna kapılırsınız. Ama ilerledikçe mutluluğunuz artar.

 

 

4- Çocukluğunuzdan bu yana sanatla iç içesiniz, uzun süredir resim toplayan bir aileden geliyorsunuz. Bunu göz önünde bulundurarak Türk sanatının gelişimi, ilerlemesi ve şu sıralar beliren sanat ortamındaki hareketlilik hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Türk sanatı deyince, Türkiye insanlarının ortak kültürünün bir parçasını ele almış oluyoruz. Resim, yani görsel sanatlar da bunun bir parçası. Resim bizim kültürümüze yüz elli yıl önce girmiştir. O zamana kadar Müslüman ağırlıklı kültürümüz buna engel olmuştur. Ama sonra bir bakıyoruz ki, Müslümanların Halifesi olan Abdülmecit Efendi, çok yetenekli bir ressam olarak karşımıza çıkıyor. Bugünkü iletişim ve ulaşım kolaylığında artık herkes her konuda dünyada neler olduğunun farkında. Sanata ilgi duyabilmek ve onunla uğraşabilmek için insanların önce ana ihtiyaçlarını gidermesi gerekiyor. Türkiye’nin zenginleşmesine paralel olarak artan eğitim seviyesi de artık insanların sanatla ilgilenebilmelerini sağlıyor. Türkiye insanının resim sanatıyla ilk defa ciddi bir şekilde ilgilenmesi 1970'li yılların sonuna doğru başlıyor.

 

Ama bu iş daha çok amatörce bir sevgiyle başlıyor. Zaman geçip resim para getiren bir sanat objesi olmaya başlayınca, bu iş profesyonelliği de beraberinde getiriyor. Yani insanlar bu işi para kazanmak için yapıyorlar. Resmi, topluma sevdirmeye çalışıyorlar ve yeni ürünler çıkarıyorlar. Mesela yabancı ressamların eserlerini Türkiye'ye getiriyorlar. Türk ressamlarının işlerini yurt dışında sergilemeye başlıyorlar. Yerleştirme, fotoğraf ve video sanatını ülkemize tanıtmaya başlıyorlar. Bu arada da birçok yetenekli genç ressam ortaya çıkıyor. Bunlar dünya kalitesinde işler yapan çocuklar. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti içindeki üniversitelerde, sanat fakülteleri açılıyor. Ve tabii, yüz yıldan fazla bir geçmişe sahip olan dünya çapındaki eski adıyla “Sanayi-i Nefise”, daha sonra “Güzel Sanatlar Akademisi” ve şimdi de adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan eğitim kurumumuzu unutmak lazım.

 

5- 60 yaşında ilk kişisel serginizi açıyorsunuz, dağlara tırmanıyorsunuz, dünyayı dolaşıyorsunuz. Birçok genç sanatçıdan daha dinç görünüyorsunuz. Genç sanatçılara hem bir koleksiyoner hem de bir sanatçı olarak neler söylemek istersiniz?               
Her şeyde olduğu gibi profesyonel olmak. İşini çok sevmek, çok çalışmak, hatta başka bazı şeylerden feragat etmek. Kendi sanatlarının arkasında durmak, bundan ödün vermemek. Dünya resmini çok iyi takip edebilmek. Bunu internet vasıtası ile yapmak artık çok kolay. Yaratıcı olabilmek. Dinç görünmeme gelince bu hayat tarzımdan kaynaklanıyor. Spor yapmak, düzenli yaşamak ve sevdiği ve yaptığı işlere imkanlar dahilinde daha fazla zaman ayırmak. Yani profesyonelce bir yaşam.

 

 

 

Etiketler: Magnet, Ahmet Merey
Aralık 01, 2020
Listeye dön
cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR